17 Ağu 2014

Çocuklarla İngiltere Dulwich College




Dulwich College grubumuz


7-21 Temmuz 2014

Havaalanında bir veli, “Zeynep Hanım, okulda İngiliz öğrenciler de olacak mı?”

Şimdi içimden düşünüyorum, İngilizce öğrenmeye dil okuluna gidiyoruz, İngiliz öğrencilerin dil okulunda işi ne??? Sakin sakin, “İngiliz öğrenciler olmayacak, fakat görevliler İngiliz,  birçok ülkeden de öğrenciler olacak.” “Amerikalı öğrenciler de olacak mı?” “Hayırrrrrrrr”





İnsanlar gibi veliler de çeşit çeşit. Bütün tur boyunca hiç konuşmadığınız veliler olduğu gibi, gün aşırı konuştuğunuz veliler de oluyor elbet. İlk birkaç gün hem öğrenciler, hem veliler hem de grup liderleri için en zor günler. Ailelerinden ilk defa ayrılan öğrenciler ailelerini özlüyorlar, bu özlemden dolayı, çocuklar herşeyden yakınıyorar, odalarını beğenmiyorlar, yemekleri beğenmiyorlar, oda arkadaşlarını değiştirmek istiyorlar….

Herkesi anlamak lazım, birkaç gün sonra herşey yoluna ve düzene giriyor.

4-5 sene önceki Ecole des Roches Fransızca dil okulundan aklıma bir olay geldi. Bir önceki akşam, disco vardı, öğrenciler pek güzel eğlenmişlerdi. Ertesi gün bir öğrencimizin annesi beni arayıp, oğlunun hasta olduğunu, benim de onunla hiç ilgilenmediğimi söyledi. Halbuki, Sibo dün akşam diskoda kızlarla dans ediyordu, hiç de hasta gözükmüyordu. Kendini kötü hissettiğinde de gelip bana söyleyecek bir çocuktu. Annesiyle konuştuktan sonra, Sibo’yla konuştum, hasta olmadığını, herşeyin yolunda olduğunu söyledi. Genelde böyle vakalar oluyor, çocuklar ailelerine başka, size başka konuşabiliyorlar, yada anneler sadece çocuklarının sesini telefonda beğenmedikleri için hasta olduğunu düşünüp sizi fırçalayabiliyorlar.

 

Her sene, bu sene son, bir daha grup liderliği yapmayacağım diyorum, sonra yine dayanamıyorum ve evet diyorum. Her sene son diyorum, çünkü 3 haftalık yıllık iznimin hepsini bir anda tüketmiş oluyorum, çocuklarla çok eğlenmeme rağmen çok yoruluyorum, hiç dinlenemeden de işe geri dönüyorum. Ama ama çok da eğleniyorum, çocuklar dersteyken kafa dinliyorum, kitap okuyorum, onlarlayken, o kadar komikler ki çok eğleniyorum, cebimdem para çıkmadan geziyorum, hem turistik, hem de turist olarak hayatta aklıma gelmeyecek yerlere gidiyorum, değişik insanlarla tanışıyorum, yerel halk gibi yaşıyorum. Sonuç olarak, artılar eksilerden fazla ve ben bu işi çok seviyorum, o yüzden artık bu sefer son demiyorum :)

 

Neyse gelelim İngiltere, Dulwich College deki yaz okulumuza.

Dulwich College


Dulwich College


Yaz okuları genelde geniş bir alan üzerine yayıldıklarından, şehirden uzak olur ve yakın çevrede de sosyalleşecek pek bir alan olmaz. En azından şimdiye kadar gitmiş olduğum, Amerika Pepperdine University, Fransa Ecole des Roches ve İngiltere Down House bu şekildeydi. Malibu Pepperdine da, yarım saat yürüme mesafesinde gidebileceğimiz tek yer bir eczane ve supermarketti. Fakat Dulwich College çok merkezi. Okul, Dulwich Village denilen çok güzel ve zengin bir semtte yer alıyor. Bütün semt, müsatakil bahçeli evlerden oluşuyor, kocaman ve müthiş bir parkı, Dulwich Park, ve de müzeleri var. (Harnimon Museum, Dulwich Picture Gallery)

Okula 2dk yürüme mesafesinde, West Dulwich tren istasyonu var, ve buradan Londra Victoria İstasyonu sadece 10 dk. E durum böyle olunca tabi, öğrenciler dersteyken biz de gezmezsek olmaz. :)


Okulda, odalar tek veya iki kişilik, tuvalet ve banyo oda içinde. Ben herseferinde çarşaf takımımı yanımda götürüyorum, çarşafların tanıdık kokusu hoşuma gidiyor, bir de tabi okulunkiler temiz değilmiş gibi geliyor. Fakat odalar gayet temiz, hergün temizleniyor, haftada bir gün de çarşaflar değiştiriliyor.


İlk akşam, alt katta, engelliler için dizayn edilmiş bir odada kaldıktan, ve sesten de uyuyamadıktan sonra, ertesi gün diğer grup lideri Özge’nin odasına taşındım. Oda, erkekler bölümünde ve 1. kattaydı, hiç sıkıntımız olmadı.


Kızlar ve erkekler aynı binanın farklı bölümlerinde kalıyorlar, Blew ve Ivy. Farklı bölümlere geçmek kesinlikle yasak. Genelde bu yasak ilk haftadan sonra hep delinirdi, fakat burada, en azından benim bildiğim, böyle bir durum olmadı, okul bu konuda gayet sıkı.


Okulun sıkı olduğu bir diğer konu ise, yangın alarmı, sigara ve alkol. Her hafta bir kere, saatin sabah 7 buçuğunda bangır bangır yangın alarmı ötüyor ve yangın tatbikatı yapılıyor. Bütün öğrenciler dışarı çıkıyor, sıra oluyor, ve tek tek isimleri okunuyor.


Yangın tatbikatı


İlk hafta, kız öğrencilerimizden biri sigara içerken yakalandı. Daniel, yaz okulunun müdürü, sert bir konuşma yaptı, öğrenci, o günkü aktiviteye girmeme, ve sonrasında yemekhanede masaların toplanmasına yardım etme cezası aldı. Ama asıl ceza, bu durumun ailesine haber verilecek olmasıydı. Ve bir daha bu durumun tekrarlanması halinde de eve gönderileceği söylendi. Neyse Allahtan bir daha sigarayla ilgili bir durum olmadı. Zaten kızımız çok düzgün ve tatlı bir öğrenciydi, sadece denemek için içtiğini söylemişti, ben de nedense inandım ona. Kendisi de çok üzüldü, neyse bir daha da içmedi. Zaten kalan bütün sigaralarını da biz aldık :)


Okulun yemeklerine gelecek olursak, yemekler bence pek başarılı değlidi, en azından diğer okullarla kıyasladığımda en kötüsüydü diyebilirim. Kahvaltıyı saymıyorum, çünkü bizim Türk kahvaltısından sonra, İngiliz kahvaltısının lafı bile olmaz. Kahvaltı da fasülye yiyorlar!!! Haydi dedim ben de deneyeyim, sürdüm tereyağımı kızarmış ekmeğimin üzerine, üzerine de koydum fasülyemi, tamam yenmeyecek gibi değil, ama kahvaltıda olmaz :) Bu arada sütlü çayı daha önce de denemiştim, eh içilebilir.

Kahvaltı menüsünü hemen sayayım, çünkü her gün aynıydı; birkaç çeşit mısır gevreği, yumurta, domuz sosisi yada pastırması, kzıarmış patates, reçel, nutella ve Belçika waffle ı, bir de meyve kompostosu. Ne peynir, ne zeytin, olur mu canım böyle kahvaltı. Beyaz peynir, yeşil sivri biber, domates, menemen, yumurtalı ekmek, pişi, sucuk, pastırma, yanına da mis gibi çay offff.


Öğle ve akşam yemeklerinde, 3 çeşit ana yemek çıkıyordu, vejeteryan, kırmızı et ve beyaz et. En güzeli vejeteryan yemekleriydi, tavuk 90% kızartma oluyordu, kırmızı eti hiç yiyemedim, her defasında çok kötüydü, balık da sadece bir öğün çıktı. Dengeli beslenmeye çalıştım, fakat 2 hafta boyunca sadece makarna ve patates yemişim gibi hissediyorum. Ana yemekler dışında, salata barı ve tatlı çeşitleri mevcut. Tatlılar bu arada gayet başarılı. Çocukların tabaklarından birkaç örnek gösterirsem sanırım daha açıklayıcı olacak :)


Öğrenci tabaklarından bir örnek: Patates, pilav, mısır, salatalık ve çilek :)

Gezilere gidilirken, bir sandviç, elma, cips, su ve çikolata/gofretten oluşan bir paket veriyorlar. Yaklaşık 6-7 çeşit sandviç var, öğrenciler istediğini seçebiliyor. Geçen sene Amerikada, yemekhanede yiyemediğimiz zamanlarda okul sadece hamburger ve pizza veriyordu, çocuklar bile artık söylenmeye başlamıştı. Dulwich in sandviçleri çok güzel.


Dulwich sandviç sırası


Gezilere gelecek olursak, Perşembe günleri öğlen yemeğinden sonra, ve hafta sonları tam gün olmak üzere haftada 3 gün gezi var. Geziler dışında, sabah 09 – 12:30 arası ders, öğe yemeğinden sonra da akşam 10 a kadar çeşitli aktivitler var.

 
Okuldan genel olarak bahsettikten sonra artık hem öğrencilerle hem de onlarsız gittiğimiz yerlerden bahsedebiliriz :)


Meydan

Okula 10 dk yürüme mesafesinde, küçük bir Tesco’nun, bir pastanenin ve 1-2 cafenin bulunduğu bir meydan var.  İlk gün Özge’yle çevreyi keşfe çıkıyoruz. Café Rouge da oturuyoruz. Café Rouge un interneti var oleyyy. Bu arada evet bu konuya değinmeden geçemeyeceğim. Okulda internet yok!!! Geçen sene okulun internetiyle kötü videolar indirildiğinden bu sene açmamaya karar vermişler. İlk gün, internette arıza var, yapılacak demişlerdi, sonra böyle dediler, birkaç gün geçtikten sonra  ara ara açmaya karar verdiler. Amann internet olayı baya sıkıntılıydı anlayacağınız. O yüzden biz ara ara Café Rouge da oturmasak bile, yakınında durup internetinden faydalandık :)

 

Cyrstal Palace: Buraya, Café Rouge daki garsonun tavsiyesi üzerine gittik. Okula 40-45 dk yürüme mesafesinde, üçgen şeklinde, üçgenin kenarlarını gezdiğinizi düşünün. Dükkanlar, cafeler, restoranlar… sonra bizim favorimiz, herşeyin 1 Pound olduğu dükkanın bulunduğu, güzel, hareketli bir yer. 1 Poundçudan ne aldın derseniz, arkadadaş çocuklarına boyama kitapları, burun tıkanıklığı için viks, anneme baykuş süsler..

 

Brixton:   Okula 3,2 km olarak gözüken, fakat kaybola kaybola gittiğimizden, yürüyerek 1 saatte vardığımız, çok cıvıl cıvıl, fakat bir okadar da çirkin yer. Yol üstünde bir çok Türk restoranı var. Özge Türk kahvesine pek düşkün, ama pek tedarikli gelmemiş, son anda havaalanından kahveyi almış, ama başka alet edevat yok. Hazır Türk restoranlarını görmüşken, cezve soralım diyoruz, maalesef bulamıyoruz. Sonra aklıma, Paris’te fuarda mum ateşiyle yaptığımız kahve geliyor. Cezve yerine, kepçe de işi görür. Kepçe ve mum alıyoruz, bakalım başarılı olabilecek miyiz.


Okula donup, kepçenin içinde kahveyi hazılıyoruz, bu sefer de çakmak çalışmıyor (Çakmağı da Türk restoranındaki amca vermişti, bilerek mi verdin bu bozuk çakmağı amca bize ah ah ). Kafaya koyduk bir kere, 100. denemeden sonra mumu yakıyoruz, sonra aklımıza yangın alarmı geliyor, bahçeye çıkıyoruz, mum sönüyor, yanmıyor, biz de pes ediyoruz.



Yoksunluklar içinde Türk Kahvesi çalışması
 

Özge kahve olayını bir defa aklına koydu, bizim grup döndükten sonra, Oxford Streetteki Kahve Dünyasından bize Türk kahveli fotoğrafını yolluyor :) Afiyet olsun.

 
Horniman Museum and Gardens:   Okula yarım saat yürüme mesafinde. Çok güzel bir müze. Aynı zamanda çok güzel bahçeleri var. Müzenin girişi ücretsiz. İçerde küçük gruplar halinde, öğretmenleriyle birlikte, bolca ilkokul öğrencisi var.

Müzeyle ilgili aklımda kalan, bol bol dondurulmuş hayvan ve kurutulmuş, iğnelenmiş böcekler. Hatta, bir kaç tane de hamile hayvanı, bebeklerini göstermek için ortadan ikiye bölmüşler. Biraz caniler. Bu yaşımda bir garip hissettim, çocuk olsam çok korkardım.

Üstten kesik kedi




 
 


 











Aklımda kalan bir diğer kısım da, yüzlerce müzik aletinin bulunduğu, aynı zaman da çocukların da bazı müzik aletlerini deneyebildiği, müzik bölümü oldu.

Genel olarak keyifli bir müze. Bahçeleri de en az müze bölümü kadar güzel.

Horniman bahçeleri demişken, bir akşam da, bu bahçede düzenlenen, Albert Ball’s Flying Aces konserine geldik. Ortam çok keyifli, hava güzel, müzik güzel… Çimenlerin üzerine örtüler serilmiş, yemekler, içkiler…  Konser 19:00 da başlayıp, 20:30 da bitti. 20:30, bahçenin kapanış saati. Konser sonrası ilginç bir anket dağıtıldı, anketimizi de cevaplayıp, okulumuzun yolunu tuttuk.

 



Horniman Museum da konser
 

Dulwich Park:   Okula 5 dk mesefade, çocuklar dersteyken gelinebilecek, yine çok güzel bir park. Sanırım İngiltere’nin en çok parklarını ve musluktan içilebilen suyunu sevdim, sevmenin yanında çok da kıskandım. 2 haftalık İngiltere seyahatimin sonunda, barajların doluluk oranının 20% lerde olduğu, sıcak ve bayıcı İstanbul’a dönüp, içinde ne olduğu belli olmayan, kimyasal kokulu sular yüzünden, herşeyde içme suyu kullanmak durumunda kaldım.

Neyse Dulwich Parka geri dönelim. İçinde küçük bir gölü ve bir cafesi olan, yemyeşil, çok kalabalık olmayan, sessiz, huzurlu bir park. Park popülasyonunu, bebekli genç anneler, ve güneşi görünce soyunup çimenlere uzanan İngilizler oluşturuyor. Ben de bütün bir günümü, bu parkta, Burak’tan almış olduğum, Nick Hornby’nin Düşerken adlı kitabını okuyarak, ara ara çimenlerde yatarak, ara ara cafede oturarak, pek keyifli bir şekilde geçirdim. Sonrasında da zaten parkı sık sık ziyaret ettik.





Dulwich Picture Gallery: Mahellemizde bulunan, Dulwich College yetkililerine, yani bize, ücretsiz olan, küçük ve sevimli bir galeri. Picture galeriden aklımda kalan, ve cidden çok ama çok güzel olan Jan van Huysum’un çiçek tabloları oldu. Çeşit çeşit çiçeğin üzerinde, gerçekten canlıymış gibi gözüken böcekler, su damlaları ve renk seçimleri hakikaten muhteşem.
 




 















 

London Museum: Öğrencilerle birlikte, Perşembe günü gezisi olarak gittik. Müze, Londra tarihiyle ilgili. Girişi ücretsiz. Müzeyi şuan aklıma getirmeye çalışıyorum ki daha döneli 2 hafta oldu, sadece, içlerini görebilmek için, üstüne dokunmanız gereken valizler vardı, onlar aklıma geliyor, bir de birkaç değişik eski elbise vardı, onlar ilgimi çekti. Bana yapılmış olmak için yapılmış bir müze gibi geldi, zaten çocuklar da bu küçük müzenin tamamını bile gezmediler, müzenin cafesinde internet bulunca herşeyi unuttular. Zavallı internetsiz çocuklar. Müze sonrasında da, bizim otobüs (2 otobüs gelmiştik) bizi yanlış yerde beklediğinden, diğer otobüs giderken, biz bir saat otobüs beklemek zorunda kaldık. Sonuç olarak biz bu  geziyi hiç beğenmedik.



London Museum'ın internetli cafesi ve bizim çocuklar



Windsor Castle

Windsor Castle: Anne Boleyn’in hikayesinin geçtiği, pek görkemli kale. Hemen Anne Boleyn’in hikayesinden biraz bahsedeyim, öğrencilerin de ilgisini çekmek, internet bulsalar bile, kaleyi gezmelerini sağlamak için bu hikayeyi onlara da anlattım, biraz ilgi uyandırdım evet, ama kalenin etrafında bir sürü dükkan, cafe olunca, sanırım çok da başarılı olamadım :)

Evet, hikayeye geri dönelim. Anne Boleyn çok güzel bir kızımızdır, ve Kral 8. Henry’i kendine aşık eder. Fakat bir sorun vardır, Kral evlidir! Kral Anne Boleyn’le evlenmek ister ama evlenemez, çünkü Papa bu evliliğe izin vermez. Ama kral kafaya koymuş bir kere, bu kızı alacak, o yüzden Papa’yı tanımadığını ilan etmiş, bütün kiliseleri de kendine bağlamış. Bu durum bir kısmı çok sevindirirken, bazılarını da deli etmiş tabi. Papa ve katolikler, Anne Boleyn’in Hristiyanlığı yok etmek isteyen bir cadı olduğunu söylemişler, insanları da buna inandırmaya başlamışlar. Anne, erkek evlat da doğuramıyormuş, bu yüzden artık Kral da kendinin lanetlendiğini düşünmeye başlamış ve kızdan soğumuş.

Düşmanları sonunda Anne Boleyn’i, tuzağa düşürmüş, içlerinde Anne’ın erkek kardeşinin de bulunduğu birkaç kişiyle ilişkisi olduğunu söylemişler. Bu zavallı adamlara da işkence zoruyla bu durumu kabul ettirmiş, sonra da idam etmişler. Anne Boleyn suçsuzmuş, fakat onu da idam cezasına çarptırmışlar. Cellat kafasını gövdesinden ayırdığında bile, Anne’ın dudakları dua etmeye devam ediyormuş, ve gözleri açıkmış. Tabi herkes şok olmuş. Anne Boleyn’in ruhunun Kralı bütün hayatı boyunca rahatsız ettiği söylenir. Aynı zamanda, elinde kesik başıyla, Windsor Kale’sinin koridorlarında da halen dolaşırmış.

Şahsen ben kendisini görmedim, bakındım ama göremedim.


Neyse, bu enteresan hikayeden sonra kaleye geri dönelim. Kalenin girişinde, sıcağın altında, yaklaşık 1,5 saat kadar sıra bekledik. İçeri girdik, bir yarım saat de orada bekledik. Kale dışardan çok heybetli görünüyordu, fakat içersi aynı hissi maalesef veremedi. Hele hele 2 saat bekledikten sonra, insan içerde buna değecek birşeyler bekliyor, ama ben bulamadım. Kaleyi hızlıca gezdik, ve sonrasında Kale’nin çevresinde dolanmaya başladık. Çevrede bir sürü dükkan ve kafe var. Kalenin bulunduğu bölge, kaleden daha eğlenceli geldi bize. Bir kafeye oturduk, kahvelerimizi içtik, dükkanlara baktık, sonuç olarak bir bölümü tatil, bir bölümü gezme, dinlenme olarak güzel bir geçirdik. Vaktiniz varsa, ve buraya yakınsanız gitmenizi tavsiye ederim, yoksa da canınız sağolsun, çok üzülmeye değmez.



Windsor Castle'a giriş kuyruğu

Bu geziden sonra da okula döndüğümüzde sinema gecesi vardı. “How to train your Dragon” yada “Hancock”. Öğrencilerimiz tabi kendilerine çizgi film seyretmeyi yakıştıramadılar, How to train your dragonun seyredildiği salonu bomboş bıraktılar. Biz de, Özge, ben ve iki öğrencimiz, Utku ve İpek, sıcak çikolatalarımızı, patlamış mısırlarımızı aldık, bir güzel yayıldık ve filmimizi seyrettik. Filme de bu arada bayıldım, çocuk filmi değil, yada ben de hala küçüğüm :)

 

Natural History Museum: Bugünkü gezi seçenekleri arasında, Natural History Museum, Science Museum ve London walking tour vardı. Naural History ve Science Museum karşılıklı müzeler. Biz Natural History Museum’u tercih ettik. Sabah 09.30 da müzenin kapısındaydık, ve çok beklemeden de içeri girdik. Müzenin girişi ücretsiz, isterseniz bağış yapabiliyorsunuz. Müzeye çocuklar da biz de bayıldık. Burası, giriş katında, kocaman bir dinazor fosilinin bulunduğu, belki birkaç filmde görmüş olduğunuz müze. Çeşit çeşit hayvan fosili ve doldurulmuş hayvan var. Horniman Museum’da olduğu gibi, burda da bir canilik söz konusu. Yumurta tam çatlarken, içinden çıkmasına izin verilmemiş bebek kuşlar, yine içlerinde yavruları kesilmiş, biçilmiş hayvanlar mevcut.



Natural History Museum Giriş


Üst katta, Japonya’daki Kobe depremini yaşayabileceğiniz bir simülasyon mevcut. İlginç, güzel ve gezmesi zevkli bir müze.


Müze dönüşü, okulda barbekü partisi var. Okulda o kadar geniş ve yeşil alan varken, bir binanın girişinde barbekü yapılması olmamış, ama yemekler lezzetli. Ekmeğinizi alıyorsunuz, içine soğanlar, soslar, turşular… doldurun da doldurun ohh, yanına da dev gibi tatlı mı tatlı çilekler.




 
 



Thorpe Park: Dev rollercoasterların bulunduğu eğlence parkı. Amerika’dan önce ilk olarak buraya gelmiş olsaydım belki hoşuma gidebilirdi, ama California’daki eğlence parklarından sonra burası çok vasat geldi. Bir Cumartesi günü gitmiş olmamıza rağmen, fazla kalabalık yoktu. Yani, bir alet için max 15-20 dk bekledik. Saatlerce beklenilen bir kuyruk olmadı. Normalde öğrenciler, buluşma vaktine daha varsa, beğendikleri aletlere üst üste birkaç kez binerler, burada öyle olmadı, sonlara doğru sıkılanlar oldu.


How to take a selfie :)



ve sonucu London Eye selfie


London Dungeon: London Eye’ın karşısında, çok turistik, önü her daim kalabalık, korku-eğlence yeri mi desem ne desem bilemedim. Bizim içeri giriş saatimiz, 11:00. Okul bizi 10:00 da getirdiğinden  bir saat boyunca çocuklarla etrafta dolandık. Ömer, Ali, Ufuk ve X in karınları aç, çünkü okulda kahvaltıyı kaçırmışlar. Onlarla bir cafeye oturuyoruz. X, cafeye internet olup olmadığını soruyor, İngiliz hattınız varsa, üye olup internete girebilirsiniz diyorlar. Öğrenciler de ingiliz hattı yok.

 

-          Zeynep Abla numaranı söylesene
-          Benim numaram zaten bu internet ağına kayıtlı, o yüzden benim numarayla giremezsin.
-          Olsun, söyle deneyelim.
-          Tamam. (Deniyoruz, tabiki olmuyor)
-          Zeynep abla, kendi internetini açar mısın, kişisel erişim noktasını da açarsan ben oradan bağlanırım.
-          Açamam, çünkü benim de az internetim kaldı, şu son 2 gün kalan internetle idare etmem lazım.
-          Ama, çok önemli mesajlar bekliyorum, bakmam lazım, çok acil.
-          Canım, açamam interneti, hem ben bilmiyorum kişisel erişim fln.
-          (Elimden telefonu çekiştirip alır) Ben biliyorum, göstereyim. (Bu arada diğer çocuklar da garip garip bize bakıyorlar, “Zeynep ablayı bile delirtti diye kendi aralarında konuşuyorlar.”) (Kişisel erişimi açmayı dener ama bulamaz, ortak ağ oldu mu meğersem açılmıyormuş.) Utku, sen internetini açsana, msjlarıma bakmam lazım.
-          Utku ve diğerleri: Ya senin ne önemli mesajın olacak, kimden ne bekliyorsun?
-          Ya işte bakmam lazım tamam, önemli birşey yoktu.
 

Ve artık neyse kalkma saatimiz gelir, X internete bağlanamaz, hesap ödenmesi tabi her zaman olduğu gibi olaylıdır. Ali ve Ufuk’un X e 1 er pound borcu kalır.
 

-          “Ne zaman verecekler paramı?” Bu soruyu  gün içinde 10 kez sorar. 2 Pound un akıbetini bilmiyorum, ama bir daha sormadığına göre, almıştır diye düşünüyorum.

 

Neyse bu kadar laftan sonra, London Dungeondan bahsedelim. 20-25 kişilik gruplar halinde Dungeonda ilerliyorsunuz. Karanlık karanlık, pis kokulu koridorlardan geçiyorsunuz, ve korku temasına uygun olarak dekore edilmiş odalarda durup, tiyatrocuların gösterilerini seyrediyorsunuz. Her gösteriye genelde seyircilerden bir iki kişi de dahil oluyor. Birinde zindana kapatılıyor, diğerinde mahkemeye çıkarılıyorlar. Bizim grupta şansa üst üste hep aynı adamı seçtiler, zaten biz Utku’yla hemen  arkaya geçip, yada kafamızı öne eğip saklanıyorduk :)

İngiliz aksanı zaten başlı başına sıkıntı, bir de eski dönemi yansıtmaya çalıştıklarından daha da bir ağdalı konuşuyorlar, mesela mahkemeye çıkardıklarına sordukları sorudan bazılarını anlamadım bile, iyiki biz seçilmemişiz, yoksa korku değil, komedi olacaktı :)

Turumuz bir saat sürdü, hepimiz keyif aldık, hatta biz Utku’yla biraz tırstık, o yüzden Dungeon turumuzu beraber tamamladık. 

16+ yaş için bilet ücreti 25 Pound. 1 saatlik bu tur için 100 TL değer  mi derseniz, çok net cevap verememekle birlikte, sanırım değmez. Ama insan kendi görmeyince de merak ediyor, bilemedim, çok istiyorsanız gidin :)
 

Covent Garden: London Dungeon’dan sonra, Covent Garden’a gidiyoruz, burada geçirebileceğimiz 4 saatlik bir süremiz var. 4 saat burası için çok uzun bir süre. Okul, 14 yaş altı öğrencilerin tek başlarına gezmelerine izin vermiyor. Bu öğrenciler gruplar halinde, başlarında okulun görevlileriyle geziyor. Bizim grubumuzda 14 yaş altı iki öğrencimiz var, Ali ve Ufuk, hatta Ali bu hafta 14 yaşında olacak, ama tabi okul onu 14 saymıyor. Ali ve Ufuk, görevlilerle gezmek istemiyor, o yüzden, onlar için kağıt imzalayıp, benle gezebilmeleri için okuldan izin aldım. Aslında onlar benle de gezmek istemiyorlar, ama okul görevlilerindense beni tercih ediyorlar, teşekkürler :)

 

Dünkü Thorpe Park gezisinde, Ali ve Ufuk’a kendi başlarına dolaşmaları için izin vermiştim. Ara ara konuştuk, yemeğimizi beraber yedik, fakat genel olarak serbestlerdi, istedikleri şeylere kendi başlarına binmişlerdi. Fakat okul görevlilerinden biri ne zaman çocukları yada bizi gorse, “Çocuklar nerede?” “Hocalarınız nerede?” “Şu rollercoasterdalar,  onları bekliyoruz” (yalan). Genel olarak bizi baya bir strese soktular, o yüzden bugün hep birlikte gezmeye karar veriyoruz, strese gerek yok, hem burası düne göre daha kalabalık bir yer, beraber gezelim bakalım. Diğer grup lideri, Özge de İngiltere’de yaşayan kuzeniyle buluştu, o yüzden bugün Ali ve Ufukla beraberiz. Tatlı ve komik çocuklar, Covent Garden’da dolanmaya başlıyoruz, fakat dükkanlar çocuklara pek hitap etmiyor, birkaç dükkana baktıktan sonra sıkılıyorlar, ben de aynı şekilde hem yoruluyorum hem de sıkılıyorum. Her yer çok kalabalık, kafelerde yer yok. Birkaç sokak arkada Café Neroda oturup dinleniyoruz, buluşma saatinin gelmesini bekliyoruz, ama burası için 4 saat cidden çok fazla.



Öğrencimizin kilidi bozulan bavulu için çözümümüz :)

 
 



Hyde Park
 

 
İtalyan grup lideri amcadan da bahsetmesem olmaz. Okulda toplam 3 grup lideriyiz, ben, Özge ve İtalyan amca. Bizim 30, İtalyan amcanınsa 4 tane öğrencisi var. Sabah kahvaltıda İtalyan grup liderini görüyorduk, yanlız diye de onun için üzülüyorduk. Bir sabah amcayla sohbet etmeye başladık. Bu arada amcanın İngilizcesi pek yok. Biraz fransızca biliyor, ortaya karışık anlaşmaya başladık. Meğersem, acınacak halde olan bizmişiz, biz okul etrafında dolanırken, parkta bahçede yatarken, amca her sabah kahvaltıdan sonra Londra'ya gidermiş. Ertesi sabah beraber gitmek için sözleştik. 


İtalyan grup lideri, ben ve Özge
 
 
Kahvaltımızı yaptık, ve yola koyulduk. Amca tabi her gün Londra'ya gidip geliyor, onun indirimli haftalık kartı var. Biz bir günlük sınırsız metro ve otobüs kullanımı için 9 Pounda bir bilet alıyoruz. Trende amca başlıyor, telefonundan fotoğraflar göstermeye, kızından ve yaptığı tatillerden bahsetmeye. 10 dakikalık tren yolculuğu bana çoook uzun geliyor.
 
Amcaların beni çok sevdiğinden bahsetmiştim, İtalyan amca için de durum değişmedi. Amca beni eski bir bayan arkadaşına benzetti, tamam dedim işte şimdi yandık. Amca bana iltifatlar ediyor, bu iltifatların italyancalarını öğretiyor. Özge'yle bir dükkandayken, beni çekiştirip, Özge'nin arkasından sıkıldım haydi gel biz başka yere gidelim diyor, devamlı benim fotoğrafımı çekiyor, değişik açılar yakalamak için yerlere yatıyor ayyyyyy çok sıkıldım amcadan.
 


İtalyan amca
 
 
Evet sonunda amcayı ekiyoruz, başka çare kalmadı. Dönüş saatimizi ve buluşma yerimizi belirliyoruz ve amcadan kurtuluyoruz oh be. Ohhh.
 


No more than 3 pupils :)
 
 
Dönüş demişken, artık İstanbul'a dönme vaktimiz de geldii. Ben 2 haftalık öğrencilerle geri dönüyorum, döndüğüm gibi de işe gideceğim :(
 
Dönüşte, bizim grubun yarısının dışında, bir de Caterham yazokulundan dönen 6 minik öğrenciye de ben liderlik yapacağım.
 
Havaalanında miniklerle buluşuyoruz. 10 yaşında 6 erkek çocuk. Öğrenciler bavullarını vermeye başlıyorlar. Zeynep ablaa, Zeynep ablaa, bir bakabilir misin, bavulum ağır geldi, görevli seni çağırıyor, ben onun yanında oturmak istiyorum, kendi başıma alışveriş yapabilir miyim, ve  tabi klasik, bana içki alabilir misin? Alamam alamamm, bir kere aldım, gördüm günümü.
 
Miniklerin bir tanesinde top var, ben öğrencilerin işlemlerinin bitmesini bekliyorum, minikler top oynuyor. Görevli top oynamamaları için onları uyarıyor. 3 dk oturuyorlar, sonra tekrar başlıyorlar, toplarını ben alıyorum, benim elimden alıyorlar, çıldırıcammm.
 
Checkin işlemlerinden sonra, büyüklerle anlaşıyoruz, onlarla uçağa girişte buluşacağız. Minikler benimle.
 
El bagajlarının detaylı incelendiği son kontrolden geçiyoruz. Bir miniğin çantası ötüyor, ve görevli çantayı aramaya başlıyor. Miniğin sırt çantası kendi kadar, görevli çantanın içinden her yeni birşey çıkardığında, minik daha da çok ağlıyor. Sonuç olarak, çantanın içinden 1 litrelik bir şampuan, parfum, deodorant ve ilaçlar çıkıyor. Görevli ilaçları geri veriyor, fakat diğerleri maalesef onda kalıyor. Minik daha da çok ağlıyor, sakinleştirmeye çalışıyorum, Türkiye'den daha güzellerini alırsın, yok ama fayda etmiyor. E diyorum, öğretmeniniz yanınıza sıvı almamanızı söylememiş miydi, neden aldın? Öğretmenimiz söylemişti, ama ben onu içecek demek istediğini sanmıştım ühühüü. :) Bu olay üzerine, diğer arkadaşları da minikle dalga geçiyorlar, havaalanında bağıra çağıra kavga ediyorlar, onları ayırıyorum, artık ben de bağırıyorum.
 
Hikayemizin sonu mutlu son. Zorlu bir yolculuğun sonunda sağsalim İstanbul'a varıyoruz. Çocuklar rahat ohh tatilleri devam ediyor, ben ne yapayım, yarın ofis beni bekler :( Ben çocuklarla gayet iyiydim halbuki of.
 
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder