Amerika Pepperdine University
1-21 Temmuz 2012
Resim yazısı ekle |
32 çocuk ve iki grup lideri, biri ben.
6. kez Biltur ile öğrencileri yurtdışına götürüyor olmama rağmen, yine heyecanım dorukta. Yeni yeni öğrenciler, ve tabii yeni yeni, türlü türlü veliler.
Havaalanında bekliyorum, ve evet öğrenciler yavaş yavaş gelmeye başladılar. “Zeynep Hanım, oğlumla ilk defa ayrılıyoruz… Zeynep Hanım size hangi telefondan ulaşabileceğiz… Zeynep Hanım.. Zeynep Hocamm…” Korkum, heyecanım hala mevcut, fakat her şey yolunda.
Pasaport kontrolünden geçme vakti geldi, fakat hala gelmeyen öğrenciler var, öğrenciler değil ama veliler sabırsız, “Ama geç kaldınız, çocuklar içeride alışveriş yapacaklardı!!...” Tamam tamam çocuklar şimdiden alışverişe başlasınlar, bir grup önden pasaport kontrolüne gidiyor, ben de daha gelmeyenleri bekliyorum. Ve benim grup da tamam, hepimiz kontrolden geçtik. Bir kısım alışverişe gittiğinden, yine grup tam değil. İsim- yüz eşleşmesi de hemen olmadığından, kimler eksik, haydi tekrar listenin üzerinden bir kontrol daha yapalım. Suçluları bulduk, kulaklarındaki dev kulaklıklar yüzünden isimleri söylendiğinde kayıtsız kalan öğrenciler. (Bu arada bu yılın öğrenci modası, okulda, plajda, gezmede, kulakta ya da boyunda, Beats)
Sonunda eksiksiz ve sağsağlim uçağa bindik. İstanbul- Los Angeles tam 14 saat. Grup olarak uçağın arka tarafında oturuyoruz. Daha kimse kimseyle kaynaşmadığından, atlama zıplama yok, ortam sessiz. 4 film ve birkaç saat uykudan sonra Los Angeles a hoş geldik.
Uçakta, Amerika’ya girişte verilmek üzere formlar dağıtılmıştı. Formdaki sorular;
- Yanınızda $10.000 dan fazla nakit var mı?
- Satmak için eşya getirdiniz mi?
- Yiyecek, böcek, et, hayvan… getirdiniz mi?
- Yanınızda toprak getirdiniz mi? Ya da buraya gelmeden çayırda otlakta bulundunuz mu? …
Kısacası, hepsine “hayır” işaretlenmesi gereken sorular. Tabikide, uyarılarımıza rağmen, sorulardan bazılarına “evet” diyen öğrencilerimiz de oldu :)
Son soruya “evet” diyen bir öğrencimizin, vize kontrolü sırasında memurla olan diyalogu;
- Memur: Yanınızda toprak var mı?
- Öğrenci: Bizim çiftliğimiz var.
- Memur: Ne yetiştiriyorsunuz?
( “Ay çiçeği” nin ingilizcesi aklına gelmeyen öğrenci, eliyle çiçekten çekirdek koparıp çitliyormuş gibi yapıyor, memur bir şey anlamıyor, öğrenci gülüyor, sonrasında biz yardımına koşuyoruz. Ve mutlu son, resmen Amerika’dayız.)
“Hocam hocammm benim bavulum kayıp” diye bağıran öğrencimizin de bavulu yanı başında bulundu, e o zaman artık okula doğru gidebiliriz.
LAX – Pepperdine University otobüsle 45 dk. Okula varır varmaz, öğrenciler pasaportlarını ve harçlıklarını görevlilere teslim ediyorlar, $50 depozitlerini verip oda anahtarlarını ve yemekhaneye giriş için gerekli olan bilekliklerini alıyorlar. Fakat maalesef bir öğrencimiz bu prosesi gerçekleştiremiyor; “ Hocammm cüzdanımı kaybettim.”:( Yekta’nın boynunda küçücük bir çantası var, içinde pasaportu ve tüm harçlığı, çanta konusunda sıkı tembihli. Ama maalesef olan olmuş, paralar yok olmuş. Bir umut, belki geldiğimiz otobüstedir diye şoförü arıyoruz, ama olumsuz. Ailesi tekrar para yolladı, bize de Western Union, Santa Monica yolları gözüktü. Bu arada, Yekta okula varır varmaz, çantasını unuttu, biz aldık. İlk barbeküde anahtarını kaybetti, bulamadık. Bowling de arkadaşının ona emanet ettiği Beats leri unuttu, biz aldık. Son olarak da, cep telefonunu kaybetti ve turu tamamladı. :)
Santa Monica ya gidiş, pek bir eğlenceli. Kahvaltıdan sonra; 08.30, okuldan çıkıyoruz, kestirme olsun diye, bayırlardan inerek otobüs durağına ulaşıyoruz, 08.40, otobüs saatini hiç şaşırmadan, her daim 08.45, ufukta gözüküyor. Eğlenceli kısım otobüste başlıyor, herkesin arabası olduğundan, otobüsü sadece evsizler ve bizim gibi şaşkın turistler kullanıyor. Tırsa tırsa, kimseyle göz teması kurmamaya çalışarak kendimize bir yer buluyoruz, kendine kendine konuşanlar, saçını başını yolanlar, ağzından salyaları akanlar... Oh yolculuk bitti, 09.40. ( Bu arada taksiyle, Pepperdine - Santa Monica, $70 civarı, otobüs bileti $1,5.) Öğrencilerin paralarını çekiyoruz, e o kadar yol geldik, azıcık da 3rd Street de geziyoruz. Öğrencilerin hastası olduğu, Abercrombie, Victoria’s Secret, Apple Store, Forever 21… gibi bir sürü dükkân var. Santa Monica, okyanus kenarında, küçük sevimli bir yer. Yazın iyi hoş, ama kışın nasıl olur bilemedim.
Dersler 12.00 de bitiyor, o yüzden 12.00 den önce okulda olmak lazım. Haydi atlayalım çılgın otobüse.
“Hocamm oda arkadaşımdan memnun değilim, ben Ahmet le kalmak istiyorumm.”
“Hocamm sınıfımdan memnun değilim, seviye benim için çok düşük, sınıfımı değiştirelim.”
“Bizim X le seviyemiz aynı, ama X advanced sınıfında, ben değilim. Ben de oraya geçmek istiyorum.”
Okul çok güzel, yemyeşil koskocaman bir alana kurulmuş, okyanus manzaralı, küçük küçük binalar, bazıları derslik, bazıları yurt, odalarda karıncalar, dışarda ceylanlar, sincaplar, 8-10 adet tenis kortu, olimpik havuz, baseball sahası, kilise, kütüphane, müze… aklınıza gelebilecek her şey mevcut, resmen 5 yıldızlı tatil köyü.
Yemeklere gelince, 3 haftanın sonunda öğrencilerin hepsi hep aynı yemekleri yediklerini söyleseler de, kahvaltıyı saymazsak, bir yemeği iki kere yemedim. Kahvaltı dışında öğünler bence muhteşemdi. Kahvaltı seçenekleri; omlet, bacon, tatlımtrak french toast ya da pancake, hamburger, yumurtalı dürüm, meyve salatası, Amerikalıların favorisi, sıcak yulaflı yoğun kıvamlı puding gibi bir şey ve her şey tatlı olmak üzere, soslar, reçeller.
Öğle/akşam yemekleri: Pizza, hamburger, kızartmalar ve makarna çeşitleri sabit olmak üzere, her gün değişen, 1 çeşit beyaz et, 1 çeşit kırmızı et ve 1 çeşit vejetaryen yemek, çorba, salata, tatlı…
E öğrenciler de sabah, öğle, akşam hamburger yediklerinden, sıkılmaları normal. Ben bile sabahları pancake yemekten sıkıldım :)
Bir de unutmadan, haftanın bir günü, okyanus ve göl manzaralı yeşillik bir alanda barbekü yapılıyor, bu sefer hamburger yemek mecburi :) Barbekü sonrasında da, halat çekmece.
Sabah 07.00 de kalkıyoruz, 07.30 kahvaltı, 08.00 ders, 12.00 öğle yemeği, 13.00 gezi
Gittiğim hiçbir okulda böyle bir gezi programı görmemiştim. Geçen sene gittiğim İngiltere, Down House’ta sadece haftada 2 gün gezi vardı, program daha çok ders ağırlıklıydı. Daha önceki yıl gittiğim Fransa, Ecole Des Roches’ta ise, haftada 4 gün gezi vardı ki ben çok gezdiğimizi zannediyordum, taa ki buraya gelene kadar.
Ve işte, Malibu ELS Summer Camp 2012 Programı;
1. Hafta : Sunday: Arrival & Check –in/ Monday: Welcome Party & Testing/ Tuesday: Target Shopping/ Wednesday: MLB Game/ Thursday: Bowling/ Friday: Zuma Beach/ Saturday: Disneyland
2. Hafta : Sunday: Knott’s Berry Farm/ Monday: Citadel Outlet Shopping/ Tuesday: Activity with American kids/ Wednesday: Aquarium of the Pacific/ Thursday: El Matador Beach/ Friday: Water Park/ Saturday: Universal Studios
3. Hafta : Sunday: Six Flags Magic Mountain/ Monday: LA City Tour/ Tuesday: Medieval Times/ Wednesday: Activity with American kids/ Thursday: Santa Monica/ Friday: Graduation & Farewell Party/ Saturday: Departure
ELS Summer Camp programında 200 öğrenci var ve hafta sonu gidilen yerler daha kalabalık yerler olduğundan okulun mor tshirtlerinin giyilmesi zorunlu. İlk mor gezimize, Disneyland’a gitmek için 13:00 de toplanıyoruz. Küçük Zeynebimiz ağlamaklı, tshirtü ona büyük gelmiş. Ama sorun yok, tshirtün iki ucunu şık bir şekilde bağlıyoruz, hafif göbeği açık, şık bir model oluyor, artık Disneyland’a gidebiliriz.
Disneyland ya da Adventure Land, biletimiz sadece bir yer için geçerli. Bizim bundan haberimiz olmadığından, bir grup öğrenciyle Disneyland’a giriyoruz. Bu kısımda pek bir atraksiyon yok, genelde sandalla ya da arabalarla yapılan, Disney atmosferli, hoş ve sakin gezilerden ibaret. En heyecanlı ve hareketlisi, uzay ortamında yapılan ve bir taklayla son bulan “Space Mountain”.
Tam şimdi hangi atraksiyona gidelim diye düşünürken, bir öğrencimizin velisi arıyor. C. Çok mutsuz, buluşma yerinde bekliyor, hiçbir yere gitmek istemiyor. C. geldiğinden beri çok mutsuz, çünkü annesini çok özlüyor ve hiçbir şeyden zevk alamıyor. Bilal de arkadaşını yalnız bırakmamış, o bir şey yapmak istemiyor diye, o da C. ile bekliyor. Sonunda zar zor C. yi içeri girmeye ikna ediyoruz. Ama bu sefer de Ebru’yla biz daha önceden Disney’e girdiğimizden, Adventure Land’e giremiyoruz. Uzun uğraşlar sonucu, Ebru’nun ikna kabiliyeti ve grup liderliğimizden faydalanarak, $80 vermeden, Adventure Land’e giriyoruz. Giriyoruz ama çocuklar hiçbir şeye binmek istemiyorlar, ben ise her şeye binmek istiyorum.
Ah işte Egemen, adamım. Sulu olan, Grizzy Peak’ e binmek istiyoruz, ama sıranın bekleme süresi 1 saat. E o zaman single riders kısmından gidelim. Single riders kısmında bekliyoruz, önümüzde 3-4 kişi, ellerinde biletler, bizde bilet milet yok, ama sorun da yok, görevli bize kıyak geçiyor, ayrı ayrı da olsa hiç sıra beklemeden Grizzy Peak teyiz. Sırada asansör, Tower of Terror var, yine önünde çook uzun bir kuyruk, fast pass alıyoruz, 2 saat sonraya veriyor. Egemen: “Hocam hocam, biz yine de fast pass kısmından geçelim, biz daha önce yaptık, saate bakmıyorlar ama sizin saatiniz gelmedi derlerse, otobüsümüz yarım saate kalkacak deyin lütfen lütfen”. E çocukları kıramıyorum, fast pass saatini bekleyemeyiz, otobüsümüz gidiyor deyince, görevliler bize kıyamıyorlar, asansöre de hızlı bir şekilde biniyoruz. :) Asansör bu arada çok heyecanlı, otelin korkunç hikâyesini dinledikten sonra, en yukarıdan sizi hızlı bir şekilde aşağıya bırakıyor, kalbiniz ağzınıza geliyor.
Gün sonunda, koşuşturmacadan, sıcaktan, saatlerce ayakta sıra beklemekten herkes yorgun. Bu yorgunluğun en güzel yanı, otobüsümüzün dönüş yolundaki sessizliği. Haydi herkes uyusun, çünkü yarın sırada Knott’s Berry Farm var.

Geziler Pazarmış, uykuymuş dinlemez. Üzerimizde dünden izler taşıyan mor tshirtlerimizle, erkenden düşüyoruz yollara. Pikniğini, biletini alan, koşarak içeri giriyor. İçerisi yine çok kalabalık. Burada $60 karşılığında günlük fastpass alıp, hiç sıra beklememe şansınız var, bazı öğrencilerimiz bu fırsatı kaçırmıyorlar. Biz yine dünkü grup gezimize başlıyoruz, 2 grup lideri ve hiçbir şeye binmek istemeyen 2 öğrenci. Daha önce, attraction park olarak Euro Disney ve Paris Asterix Parc görmüş olan ben için, Knott’s Berry Farm müthiş büyük, of çok heyecanlı. Her yerde çılgın roller coaster lar, hepsi minumum 1-2 taklalı, hepsine binmek istiyorum, ama tek başıma değil. Şu anki grubumuzla da bu pek mümkün değil. Başlamak için, sakin, taklasız, yumuşak bir şey arıyoruz. Gözümüze, tahtadan yapılmış, azıcık eski görünümlü, taklası olmayan, “Ghost Rider” takılıyor. Bence buna binebiliriz. Öğrencileri zor ikna etsek de, giriyoruz sıraya. Sıra yaklaştı, o kadar beklemişiz, artık kimse kaçamaz. Başlıyoruz, tak tak tak, hop hop hop yukarı çıkmaya. Roller coaster adına yakışır şekilde, hem görsel hem sessel tam hayalet. Yukarı çıktıkça çıkıyoruz, çıkarken zıp zıp zıplıyoruz. Bilal inişin yaklaştığını hissediyor, gözünü kapıyor. Bu çıkışın elbet bir inişi de olacak :) “Allahım Allahım, kurtar beni, bitsin artık.” Anlaşıldı, bu grupla diğer atraksiyonlar zor.
Sırada, Merry-go-round var, bildiğimiz dönme dolap, fakat çok ama çook yüksek bir dolap. İkna etmesi zor oluyor ama, benim yanımda Cihan, Ebru Hoca’nın yanında Bilal, bir heves oturuyoruz yerlerimize. Bilal son anda fikrini değiştiriyor, Ebru’yu yalnız bırakıyor. Evet başlıyoruz yükselmeye, Cihan gözlerini kapıyor, “Hocam, ben galiba yüksekten de korkuyormuşum, inmek istiyorumm, Allahım Allahım.” Cihan’a söylemiyorum, ama evet ben de inmek istiyorummm.
Merry –go-round paniği sonrasında, bizimkiler bugünlük bu kadar yeter diyorlar. Şansa, Egemen’i görüyorum, onun gitmek istediği yerlere arkadaşları gelmek istememiş, o da tek başına geziyor. Beraber Silver Bullet’ta, Boomerang’da taklalar atıyoruz, Supreme Scream de çılgın düşüşler yaşıyoruz. Ve hep birlikte, Johnny Rockets da yediğimiz müthiş hamburgerler ve tatlı patateslerle günü sonlandırıyoruz.
Ertesi gün sırada, Citadel Outlet Shopping var. Öğrenciler bugünü sabırsızlıkla bekliyor, Amerika’nın müthiş indirimlerinden faydalanılacak, anneye, babaya, kardeşe hediyeler alınacak. Outlette geçireceğimiz tam 8 saatimiz var. Buluşma yeri ve saati belirlendi, ve yarış başlasın. 8 saat kulağa çok gelmişti, ama o kadar çok dükkan var ki, zaman hızla geçiyor, poşetler çoğalıyor, ağırlaşıyor, ve biz daha yemek yemeye fırsat bile bulamadan buluşma saati geliyor. Paralar bitti, sanırım bize yine Santa Monica yolları gözüktü.
Aquarium of the Pacific. Akvaryuma gitmeden önce, sağımdan, solumdan, tepemden kocaman balıkların geçeceği, sanki balıklarla çevrili bir tünelde yapılacak bir gezinti olacağını düşünüyordum. Sonuçta burası Amerika, her şeyin en büyüğünü, en gösterişlisini yapmışlar. Ama maalesef bu izlenim Aquarium of the Pacific için geçerli değilmiş. Hayal kırıklığı yaşayan öğrenciler, çareyi Bubba Gump da ziyafet çekmekte buldular, iyi de yaptılar. İstanbul akvaryum daha güzel, Pacific akvaryum a gitmeye gerek yok.

Filmlerden gördüğüm, Malibu da hava hep sıcak, sörf yapan yakışıklı çocuklar, paten kayan güzel kızlar. Ama nerdee, ortada ne yakışıklı çocuk, ne güzel kız, ne de güzel hava. İyiki 2 tane sweatshirt getirmişim. Ama havadan dolayı, maalesef fotoğraflarda hep aynı kıyafetleyim aa olmaz ki böyle, her fotoğrafta kedili kazak kedili kazak yeter. Yakışıklı çocuklara gelince, geneli bilemiyorum, ama okul ve çevresinde Meksikalı popülasyonu çok yüksek, filmlerdeki çocuklardan eser yok.

Neyse sonunda güneş yüzünü gösteriyor, Zuma Beach e gidiyoruz. Daha önce, Bordeaux, Dune du Pilat da okyanusa girmiştim, neyse konuyu dağıtmayayım, ama Dune de Pilat müthiş ama müthiş bir yer, kum tepelerini tırmanıyorsunuz, bir bakıyorsunuz arkada uçsuz bucaksız orman, önde masmavi okyanus, ortada ise üstünde durduğunuz kum tepeleri, nasıl bir doğadır bu. Neyse Malibu’ ya geri dönelim. O kadar geldik, okyanusa girmek zorundayız. Su soğuk, ama atıyoruz kendimizi. Yürü yürü su derinleşmiyor, zaten dalgalar da yürümeye izin vermiyor. Yüzmek imkansız, dalgaların içinde yuvarlanıyoruz, ama çok eğlenceli. Bikinilere dikkat. Akşamda barbekü var oleyy.



(ELS Staff)

Neyse sonunda güneş yüzünü gösteriyor, Zuma Beach e gidiyoruz. Daha önce, Bordeaux, Dune du Pilat da okyanusa girmiştim, neyse konuyu dağıtmayayım, ama Dune de Pilat müthiş ama müthiş bir yer, kum tepelerini tırmanıyorsunuz, bir bakıyorsunuz arkada uçsuz bucaksız orman, önde masmavi okyanus, ortada ise üstünde durduğunuz kum tepeleri, nasıl bir doğadır bu. Neyse Malibu’ ya geri dönelim. O kadar geldik, okyanusa girmek zorundayız. Su soğuk, ama atıyoruz kendimizi. Yürü yürü su derinleşmiyor, zaten dalgalar da yürümeye izin vermiyor. Yüzmek imkansız, dalgaların içinde yuvarlanıyoruz, ama çok eğlenceli. Bikinilere dikkat. Akşamda barbekü var oleyy.
Knott’s Berry Farm’ın tam karşısında, Knott’s Berry Soak City, su parkı var. Genel olarak havuza karşı olduğumdan, park benim pek hoşuma gitmiyor, ama çocuklar bayılıyor. Dalga havuzu, sulu yürüme parkuru, huni şeklinde kaydırak, dönmeli kaydırak, botlu kaydırak, botsuz kaydırak... Bizimse Ebru’yla tek yaptığımız, dizimize kadar gelen su parkurunda yürümek yürümek ve yürümek.
Yakınlarda bir alışveriş merkezi olduğunu söylemişlerdi, haydi bari ona bakalım, daha gitme vaktine 2 saat var. Ama Allahım keşke suda yürüyeceğimize buraya daha önce gelseymişiz. Alışveriş merkezinde, geldiğimizden beri gitmek istediğimiz, Ross da var. Tamam, çok güzel bir alışveriş merkezi değil, ama bizim için su parkından güzel, evvet koşuşturmaca başlasın. Bir valiz beğendim, ama öğrencilerle tekrar geleceğiz, o zaman alacağım, umarım kalır.
Yakınlarda bir alışveriş merkezi olduğunu söylemişlerdi, haydi bari ona bakalım, daha gitme vaktine 2 saat var. Ama Allahım keşke suda yürüyeceğimize buraya daha önce gelseymişiz. Alışveriş merkezinde, geldiğimizden beri gitmek istediğimiz, Ross da var. Tamam, çok güzel bir alışveriş merkezi değil, ama bizim için su parkından güzel, evvet koşuşturmaca başlasın. Bir valiz beğendim, ama öğrencilerle tekrar geleceğiz, o zaman alacağım, umarım kalır.
Ve işte, çocukların dilinden düşmeyen, Universal Studios. Cumartesi olduğundan mıdır, ya da hep böyle midir bilemiyorum ama çok kalabalık. Sıra beklememek için $80 a fast pass alabilirsiniz. Ya da İlknaz’ın cin fikrini uygulayabilirsiniz. İşte İlknaz’ın cin fikri: İnformation desk e gidip, güneşin altında uzun süre beklediğinde bayılabildiğini söylemek (Bu arada İlknaz maşallah çok sağlıklı), ve 80 dolarlık fast pass i ücretsiz olarak almak.
House of Horrors tan başlıyoruz. Küçük Zeynep bizi dışarda bekliyor, iyiki de beklemiş, grup liderleri korktuysa, küçük Zeynep’imiz ne yapardı acaba. Eli bıçaklı Chucky, ortada koşuşturan Frankenstein, omzunuza dokunan mumya…
Terminator 2, 3D. Jurassic Park, Mummy, Shrek, Studio Tours… Hepsini çok beğendik, atmosfer o kadar güzel ki, sanki zamanlar, dünyalar arası gezdik. Benim favorilerim; Jurassic Park ve Studio turdaki dinozoru bölüm. Hayır, hayır, dinozorlara karşı herhangi bir ilgim yok, ama o kadar güzel yapmışlar ki, çok etkilendim. Yanı başımda kavga eden, yeşilliklerin arasından birden kafasını uzatan dinozorlar, tepenizden uçan kanatlı yaratıklar… Hepsi çok gerçekti.
Diğer parklarda olduğu gibi, Universal Studios’da da, her bir atraksiyon için yaklaşık 1 saat bekledik. Simpsons lara da gitmek istiyorduk, ama pes ettik, birazcık da dışarda gezinelim, yiyelim, içelim dedik. Bu esnada da, geldiğimden beri tatmak istediğim Jamba Juice içmeye fırsatım oldu. Amerikalıların orta boyu olan içeceğim, bana dev boy olduğundan, bütün gün elimde gezdirdim, ama bitirdim, çok da güzeldi. İstanbul’a da Jamba Juice lazım. Evet evet benim bir Jamba Juice dükkanım olsun J ya da buldum, Yogurtland im olsun. Ebru’yla Yogurtland’e bayıldık. İstediğiniz aromalı yoğurdu seçiyorsunuz, hatta karıştıradabilirsiniz, sonra da üzerine istediğiniz meyveleri, türlü türlü tatları ekleyebiliyorsunuz, en sonunda da kasada tartarak, ödemeyi yapıyorsunuz. Fiks bir boyu ve fiyatı olmaması, ve kapların, kaşıkların Hello Kitty ve Little Twin Starslı olması bizi cezbetti, e tat da müthiş, daha ne olsun.
Türkiye’ye ilk geldiğinde, Pink Berry tutmaz zannediyordum, önünden ne zaman geçsem, insanlar sırada. Demek pazar var, o zaman rakip olalım. Evet, bizim de bir Yogurtland imiz olsun, ne güzel olur. Ebruu, buradan sana sesleniyorum, duy beni J
Türkiye’ye ilk geldiğinde, Pink Berry tutmaz zannediyordum, önünden ne zaman geçsem, insanlar sırada. Demek pazar var, o zaman rakip olalım. Evet, bizim de bir Yogurtland imiz olsun, ne güzel olur. Ebruu, buradan sana sesleniyorum, duy beni J
Evet, yine bir koca günü, çok yoğun ve güzel bir şekilde geçirdik. Öğrenciler mutlu, yorgun, ellerinde kendi karikatürleri, kardeşlere alınan hediyeler, çekilen yüzlerce fotoğraf…
Six Flags, Six Flags, vee Six Flags Magic MountainBen hayatımda böyle çılgın bir yer görmedim. Her tarafta roller coaster lar, ama her türlüsünden. Bizim çılgın grubumuz, Ebru, Bilal, Cihan başlıyoruz gezmeye. Knott’s Berry Farm daki Ghost Rider dan alışık olduğumuzdan, aynı onun gibi olan Colossus’a herkesi ikna etmemiz kolay oluyor. Sırada, kendi etrafında eğimli olarak dönen, ayakta olarak dairenin kenarlarına kemerle bağlanılan, Wonder Woman var. Berk ve Bilal le, tamam diyoruz haydi dönelim. Kemelerimizi bağlıyoruz, o an nedense içim bir garip oluyor, başlamadan ben korkuyorum, hep onlar mı yapacak, bu sefer de ben kaçıyorum J Berk ve Bilal dönüyorlar dönüyorlar, onları seyrederken ben fena oluyorum, başlar bir tarafta, gözler kapalı, yandaki demirler sıkı sıkı tutulu bir şekilde turu tamamlıyorlar. Haklı olarak bana söyleniyorlar ama ne yapayım binemedim :)
Selin Naz takla atmak istiyor, arkadaşları istemiyor, ben takla istiyorum, benim grup istemiyor, ve Selin Naz la süper bir ikili oluyoruz. Hem kendi etrafımızda, hem de aynı zamanda raylarda döndüğümüz Green Lantern den sonra, Zeynep de bize katılıyor. Zeynep, 6-7 yaşındayken bindiği ve çok korktuğu roller coaster lar yüzünden hiçbir şeye binmek istemiyor, sıralarda bize eşlik ediyor.
Superman dışında, Viper, Goliath, Scream, Tatsu… hiç ara vermeden neredeyse bütün roller coasterlar a biniyoruz. Ebru geçen sefer geldiğinde, Superman en tepede yaklaşık 1 saat takılı kalmış, biz ordayken de bu sefer de aşağıda bir 10 dk. takılı kaldı, o yüzden gerek yok, hiiç gerek yok.
Tatsu’nun sırasındayız. Ben zaten bundan azıcık korkuyorum, acaba binmesem mi diyorum, ama Selin Naz çok istekli, e o kadar da sırada bekledik, kaçış yok. Önümüzde 2-3 kişi kaldı, sıra neredeyse bize geldi. Bu sırada da arkamızdakilerle sohbet ediyoruz. Arkamızdaki bayan,” En tepeden aşağıya doğru inerken, tamam öldüm diyorsunuz, ama korkacak bir şey yok.” Zaten korkuyorum, bu yorum da çok iyi geldi. Selin Nazla oturduk, diğerlerinden farklı olarak, ayak bileklerimizden bile bağladık. Bu sırada konuştuğumuz bayan, bize öldünüz der gibi, eliyle işaretler yapıyor, sırıtıyor. İnmek istesek de artık çok geç, emekler pozisyonuna getiriliyoruz, ve başlıyoruz. Kuşlar gibi uçuyoruz, bayanın dediklerini aynen yaşıyorum, sanırım Tatsu’ya bir daha binemeyeceğim. Selin Naz la artık pes ediyoruz ve buluşma yerine doğru gidiyoruz.
Bir sonraki gezimiz Los Angeles’a. Yolculuk öncesi, okulda küçük bir tartışma çıkıyor. Türk öğrencilerinin, “tshirt” olarak isim taktıkları Kazak grubu, akşam yemeğini okulda yemek istediğinden, Beverly Hills durağımız programdan çıkarılıyor. Sonuç olarak, Hollywood’da geçirebileceğimiz 2 saatimiz kalıyor. Çocuklar 2 saati çok az bulsalar da, Hollywood için yeter de artar bile. Ah Hollywood, meşhur Hollywood, Kadıköy’üm senden güzel. Düdük gibi bir cadde, tek esprisi kaldırımdaki yıldızlar. Caddenin tam ortasında, sağlı sollu hediyelik eşyacılar, daha ilerisi dövmeciler, sex shoplar. Ünlü Hollywood yazısını bile göremeden biniyoruz otobüse, Zeynep’imiz başlıyor anlatmaya, “Kalp dövmesi yaptırmak istedim, kadın bana örümcek resimleri gösterdi, heart heart dedim…” Hikâyenin sonunu merak edenler için, gezi sırasında devamlı kaçtığı okul görevlisi sayesinde Zeynep’in şuan bir dövmesi yok.
Dönüşte öğreniyoruz ki, meşhur Hollywood yazısını bizim otobüstekiler hariç herkes görmüş, diğer otobüslerdeki görevliler nereden gözüktüğünü söylemişler, tiyatronun yanındaki alışveriş merkezinden.
Beverly Hills’te de gezemeyen öğrenciler, Hollywood yazısını da göremeyince, gerginlik artıyor. “Hocam, yarın zaten okuldayız, aramızda para toplayalım, otobüs kiralayalım, Hollywood yazısını görmek zorundayız!!”
Ebru’yla beraber okulla konuşuyoruz, ertesi gün, yani Amerikalı öğrencilerle yapılacak aktiviteye katılmayıp, tekrar Hollywood’a gidiyoruz. 2 saat git, 2 saat dön, uzaktan mini minnacık Hollywood yazısını görüyoruz, fotoğraflar çekiliyoruz, ve bu korkunç yerden uzaklaşıyoruz. Bu arada, Hollywood Hollywood diye en çok tutturan öğrenciler, Hollywood yazısına bakmak yerine, Planet ta yemek yemeyi tercih ediyorlar ah ah.
Türkiye’ye dönmemize az kaldı, aldıklarımız valizlere sığmamaya başladı. Bu yüzden Mediavel Times öncesi, Knott’s Berry Soak City nin ordaki alışveriş merkezine gidiyoruz, valizleri alıyoruz. Gözüme kestirdiğim mor Samsonite hala orada, oleyy.

Medieval Times, yemekli bir ortaçağ gösterisi. İçeri girerken, size renkli numaralar ve renkli taçlar dağıtıyorlar. Renkler, taraftarı olacağınız şövalyeyi, numara da oturacağınız sırayı belirtiyor. Hepimiz birer kral ve kraliçe olarak içeri giriyoruz. Çatal bıçak yok. Çorbanızı kâseden içiyorsunuz, koca tavuk budunu elinizle yiyorsunuz. Bu sırada da keyifle atlı şövalyeleri seyredip, kendi takımınıza tezahürat yapıyorsunuz.
Gösteri bir buçuk saat sürüyor, çok keyifli bir yemek oluyor. Gösteri sonrası da, yakışıklı şövalyelerle fotoğraf çektirebilirsiniz. Zeynep, “Hocamm, bu fişi oradaki şövalye imzaladı, 60 yaşıma kadar saklayacağım.” Ya da Zeynep gibi imza da alabilirsiniz.

Gösteri bir buçuk saat sürüyor, çok keyifli bir yemek oluyor. Gösteri sonrası da, yakışıklı şövalyelerle fotoğraf çektirebilirsiniz. Zeynep, “Hocamm, bu fişi oradaki şövalye imzaladı, 60 yaşıma kadar saklayacağım.” Ya da Zeynep gibi imza da alabilirsiniz.
Ve son gezimiz, Santa Monica, 3. Cadde. Sevimli bir yer, karşılıklı dükkânlar, restoranlar... Öğrenciler buraya bayılıyorlar, kalan son paralarını da Abercrombie ve Victorias Secret da harcıyorlar, oh herkes rahatladı. Son kez, Johnny Rockets da nefis hamburgerimizi ve tatlı patateslerimizi yiyoruz. Johnny’yi özleyeceğim. Kalan son siparişlerimizi de tamamladıktan sonra artık dönebiliriz. Bu arada, Bilal in, Santa Monica da okuyan ablası da Bilal’i görmeye geldi. Bilal ablasına kocaman bir oyuncak kazanmış, ablası onu köpeğine verecek olsa da, Bilal hem hediye için hem de ablasını gördüğü için çok mutlu.
Hazır Bilal den bahsederken, akşam Bilal’in valizini toplamasına yardım ediyoruz. Kendisine hiçbir şey almayan Bilal, annesine, anneannesine, ablalarına… o kadar güzel şeyler almış ki, o kadar düşünceli ki, duygulanıyoruz.
Hasta olduğu için Santa Monica’ya gelmeyen Anıl’ı ziyaret ediyoruz. Daha iyi gözüküyor, fakat hiçbir şey yememiş, canı meyve istiyor. Odamda muz var, getirebilirim. Anıl tamam diyor. Cihan: “Ajdar mısın oğlum hahah?” Bir başkası:” Hamile misin, aşeriyorsun haha”
Bütün çocuklar alem, ben de onlarla olmaktan mutluyum, çok eğleniyorum. Evet şimdi de Anıl’dan bahsederken, onun ilk günkü macerasını anlatayım. Geldiğimiz günün ertesi, tanışma, kaynaşma amaçlı bir hoş geldin partisi düzenleniyor. Daha kimse kimseyi tanımıyor, herkes uzaktan birbirine bakıyor derken Anıl’ı Rus bir öğrenciyle partiden uzaklaşırken görüyoruz ve izliyoruz. Yanlarına gittiğimde, Anıl hafif panik oluyor, başlıyor anlatmaya.
- Hocam, merak etmeyin bir şey yok, arkadaşıma kemerimi veriyorum.
- Aa ne güzel, hediye mi ediyorsun?
- Yok hocam satıyorum, ama merak etmeyin bu orijinali değil.
- Nasıl yani?
- Orijinali odamda, bu sahtesi, 10 TL ye almıştım, 100 dolara sattım.
Daha sonra Anıl, Türkiye’de satmak için 2 adet kaykay alıyor. Bak Anıl, uçakta kilo sınırı var dediğimizde de, “Hocam ben araştırdım, spor malzemelerinden ekstra ücret alınmıyor” diyor ve haklı da çıkıyor.
Her öğrenciden aklımda kalan değişik değişik hikâye var ama hangisini anlatayım bilemiyorum, hepsini de çok seviyorum.
2007 de ilk defa grup lideri olduğumda, ilk gün “hocam”, daha sonrasında ise, “Zeynep abla” ve “Zeynep” olmuştum. Sanırım artık öğrencilerle aramızdaki yaş farkı iyice açıldı ve ben bu yaz “Zeynep hoca” olarak kaldım. Garip bir duygu, ama alışmak lazım ah ah.

Ve son gün geldi çattı, öğrenciler mezun oldu. Herkes hem hüzünlü, hem mutlu. Ben kendi adıma mutluyum, ciddi bir olay olmadan çok güzel ve eğlenceli bir şekilde 3 haftayı tamamladık.
Son akşam, güle güle partimiz var. Hazırlıklar sabahtan başlıyor, neler giyilecek tasarlanıyor. Parti öncesi öğrencilerin valizlerine yardım ediyoruz. Kızlarla, Abercrombie mankenleri eşliğinde, “Call me maybe” i dinliyoruz. Bu şarkı her çaldığında, aklıma bizim kızlar geliyor, canım kızlar.

Parti, Melvin’in 3 hafta boyunca çektiği fotoğraflardan oluşan slayt gösterisiyle başlıyor, fonda duygusal bir müzik. Her fotoğraf ayrı ayrı alkış alıyor. Fotoğraflar bitti, bu kadar duygusallık yeter. Dj Artun, haydi başlasın çılgın eğlence. Parti saat 23.00 e kadar devam ediyor, sonra müzik kapanıyor, çiftler ayrılıyor, neredeyse herkes ağlıyor.
Ertesi gün, kahvaltıdan sonra, dönüş için Kazak grubuyla birlikte otobüse biniyoruz. Ağabeyinin onu almasını bekleyen Cihan, ve Brezilyalı grup bizi ağlayarak yolcu ediyorlar. Otobüsümüz çok hüzünlü.
Havaalanına vardık. Birer valiz geldik, ikişer valiz olduk. Kimin valizi kaç kilo? Acaba ekstra ücret ödeyecek miyiz? Az kiloyla, çok kilo beraber check in yapsa sorunu çözer miyiz? Anıl’ın kaykayları ne olacak? Emre, Eda, Kaan Bodrum’a aktarma yapacak. Yekta tek başına Ankara’ya nasıl gidecek?... diye aklımızdan geçirirken, planlar yaparken, sıra Eda ve Emre kardeşlere geliyor. Eda ve Emre’nin Bodrum’a aktarma yapacaklarını söylüyorum. Söylüyorum, söylüyorum da aldığım cevapla şok oluyorum. Eda ve Emre’nin, bırakın Bodrum’a aktarma yapmayı, LA – İstanbul uçağında yerleri yok !!! Nasıl olur?? İstanbul’da saat sabahın 4ü, anne baba aranıyor, biletin alındığı ajans a ulaşılmaya çalışılıyor, fakat sonuç yok. Panik oluyoruz, ne olur ne olmaz, çocukların kalması durumunda okula dönebilmeleri için Jose’yi arıyoruz. Yeni bilet alalım diyoruz, uçakta yer yok. Uçağın kalkmasına çok az kaldı, bizim de artık gitmemiz gerekiyor derken, son anda 2 kişilik yer açılıyor, paniğimizin ardından, mutlu mesut bir şekilde, hep birlikte uçağa biniyoruz… Bekle bizi İstanbul biz geliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder